Pazar, Ocak 31, 2010

Eflatun ve İyilik üzerine


Eflatun deyince aklıma ilk gelen resim (Devlet), mağara içerisinde yaşamaya mahkum edilen ve sonrasında gerçeğin gösterildiği kişilerdir. Karanlık mağara içerisindeki ütopik dünyada resmedilen bir kişi, gerçek dünya ve ışığı gördükleri anda korkar ve geri kaçmaya çalışır, ama sonrasında gerçeği tam olarak hissettiği anda artık geri dönmek ona hiçbirşey ifade etmez. Daha önce mağarada karanlıkta oturup gelip geçen gölgeleri seyrederken, o dönemde geliştirdikleri tahminler, geçişler ile ilgili ürettikleri fikirler, hayatları ve bu hayatlarındaki değişimin aslında tamamen manasız olduğunu ve ışığa çıktıkları zaman bu ilüzyonu farkederek artık geri dönemeyecekleri bir duruma düşer. Bu durum bilgi tarafından oluşturulur.

Aynı Matrixdeki haplar ve gerçek dünyayı görme gibi.

Burada Sokrat (Apology of Socrates), bu benzetmeyi, yaşanan dünya ve gerçek iyi arasında kurar, gerçek iyi, erişilmesi gereken, erişildiği zaman herşeyi değiştirecek ve tek amaç olacak şeydir, daha önce hayatta yapılan şeyler manasını yitirip boş uğraş haline gelir. Sıradan günlük yaşamla uğraşan kişiler, mağarada yaşayan kişiler gibidir ve bu kişiler, bir kere uğraşlarının ne kadar saçma olduğunu gördüklerinde artık geri dönmek istemeyecek, dönemeyecek ve gerçek iyiye ulaşmak için uğraşacaklardır.

Aynı gerçek iyi, Eflatun'un diğer yazılarında da ortaya çıkar, bu gerçek iyi, kişinin ulaşmaya çalıştığı varlık, kişinin kendisiyle ilgili çalışmasıyla ulaşılaiblecek bir yer olup, kişinin iyi olmayanla teması arttıkça gerçek iyi ile olabilecek ilişkisi zarar görerek, mağaraya daha da kenetlenir. Kişinin bu yüzden, iyiyi takip etme zorunluluğu öncelikle kendinden doğar, bu zorunluluk kanun yasa veya korku yüzünden değil, gerçek iyiye ulaşma kaygısından doğar. Bu da aslında etik felsefesini oluşturur.

Etik, eski yunan felsefesinde, bugün kullanılan gibi basit bir kavram değil, tamamen kişinin hayatını şekillendiren ve inanç sisteminin göbeğinde olan birşeydir, bugünün sevap günah kavramı gibi. Etikten uzaklaşan insan, gerçek iyiden, dolayısıyla erginlenmişlikten, bilgiden ve en son mutluluktan uzaklaşmış olur.

Sokrat, sırf iyilikten uzaklaşmamak pahasına, öğretilerinden herhangi bir para talep etmemiş, ücret olmadan aydınlatma ve fikir yayma çalışmasına devam etmiş, yaygın olan ve çok karşılaşılan sofistlerin aksine, ki bu da o dönemde aslında bu hizmetlerin para karşılığı verildiği ve paraya rağbet edildiği manasına geliyor.

İslam'ın yükselme devirlerinde, özellikle 9-13. yüzyıllar arasında antik yunan ile ilgili kitapların incelendiği bilinir bir gerçek. Hatta birçok kitabın yunancadan ilk arapçaya çevirildiğini hatırlıyorum. Sonradan bu yapıtlar Endülüs veya haçlılar vasıtasıyla Avrupa'ya doğru yayılmış. Bu da aslında eski yunan uygarlığının Avupadan önce müslüman kültürünü etkilediğini söylemek çok da anormal olmaz sanırım. Tasavvuf tarafına bakıldığında, buradaki mutlak iyi yerine gelen kavramlar sonucunda, mutlak iyiye ulaşmak nefsin zincirinden kurtulmak şeklinde ifade ediliyor, Doğu dinlerindeki gibi, ve nefsin zincirinden kurtulmak için de insanın yapması gereken şeyin kaba bir tabirle iyiliğe yönelmek olduğu görülüyor.

Bu şekilde aydınlanmış bir toplum, ideal bir toplum şekline en çok yakın olan toplum olacaktır kuşkusuz, yeterki iyiliğin ne olduğu konusunda saptırılmasın. İyiliğin ne olduğunun saptırılması bir çok örnekte var, en etkileyici olduğunu düşündüklerimden birisi de Hasan Sabbah'ın haşhaşinlerinin yaptıkları şeylerle ödüllendirileceklerinin kesin olarak kendilerine gösterildiği, intiharın dahi emir doğrultusuna yaptıklarında iyi bir hareket olarak nitelendirildiği ve bu intihar ile cennetle ödüllendirilmelerinin bunun hem iyi bir hareket olduğunun kanıtı hemde ödülü olduğu.

Başka bir saptırılmış iyilik hikayesi, haçlıların örneği olabilir, iyilik yaptığını düşünerek Kudüsteki tüm müslümanları atların bileklerine kadar kan akan sokakları görecek kadar kan akıtmış olmaları (Islam - Empire of Faith / BBC belgeseli). 

Hitlerin son sözlerinden birisi de (Der Untergang), yenilgi sonrasında Berlin'de çöküşü beklerken, en azından dünyayı Yahudilerden kurtarmayı başarmış olmasına sevindiği diye düşünecek olursak, aslında iyiliğin ne kadar göreceli ve saptırılmış olduğu da akla gelir. Burada da yahudilerin yaptıkları kötülükleri gören ve o kötülükleri engelleyerek dünya üzerinden bu kadar kötü kimseleri kaldırıyor olmak sürücü güçtür, bunu da birçok örnekler vererek Mein Kampf'da açıklar. Üstelik, diğer tarafta da, bu konularla ilgili yahudilerin suçlandığı durumda, yahudiler tarafına bakıldığında, aslında yaptıkları işler konusunda kendilerini kötü görüp görmedikleri de ayrı bir sorudur. Komunizmin getirilmesi o dönem Hitler için en büyük kötülüklerden biriyken, komunizmin dünyanın başına gelen en iyi şeylerden birisi olduğunu düşünen sayısı da az değildir. Hitler'in görüşlerini paylaşmayan ancak savaş sonrası Nürngberg mahkemelerinde bazı savaş suçlularına çok sert davranılmaması veya Almanya'nın daha fazla zayıflatılmamasının sebebi de aslında, karşı taraftaki Rusyanın ve Rusyanın içerisindeki komünizmin verdiği bir korku olduğuna göre, Hitlerin bir kötülük olduğunda hemfikir olan bir topluluk, aynen Hitlerin kötü dediği şeye kötü diyerek, ortak iyilik kötülük kesişimine sahip olmuştur.

Moğol saldırıları - özellikle Cengiz Han döneminde ise - Moğolların yaptıkları akınlar sırasında diğer bölgeleri korkutmak için kurduğu kesilmiş kafa kuleleri de, Moğollar açısından bakıldığında, dünya fethi ve sonrasında hem kendileri için hemde dünya için daha iyi olacağı ile ilgili bir iyilik anlayışı olarak gözükebilir.

Dale Carnegie'nin bahsettiği gibi, en azgın suçlular dahi yaptıklarını yaparken kendilerinin kötülük yaptığını düşünmeden (iyilik yapmıyor olsalar bile) bu işi yapıyor olmaları.

Bunlar gibi birsürü örnek verilebilir. Güncel olarak da bir sürü örneği vardır.

Sonuç olarak, kötülük ve iyiliğin göreceli olması, iyiliğe yaklaşma isteği olan bir insan olsa bile, iyiliğin ne olup olmadığını gösteren bir mekanizmanın olma gereksinimi. Bu mekanizma, temelde din olarak yerini bulabilir, ancak örneklerde gözüktüğü gibi, aslında din referansıyla yola çıkanlar bambaşka yerlere de gidiyor olabilirler. 

Çözüm nedir ? Bir toplumun iyiliğin ne olduğu konusunda fikir birliğine varması dahi, bu aksiyonu iyi yapmaz ve evrensel iyilik aslında sözkonusudur. Evrensel iyiliğin ne olduğunu arayış, arınmış bir ruh isteyebilir. Burada iyiliğin bulunması, kendi ruhunu temizlemiş ve iyilik kötülük konusunda kendi benliğinin ve egosunun içerisinden çıkabilmiş bir bakış açısıyla mümkün olabilir. İyiliği bir takım kurallara ve ritüellere bağlamak başlangıç için bir çözüm olarak durabilir gibi gözükse de, kuralın olmadığı veya hakkında birşey söylenmeyen hiçbirşey için bu durumda iyiliğin ne olduğu belirli olmayacak, flu bir alanda insanların anlayışlarıyla sınırlı kalacaktır. Burada özellikle vicdan demiyorum çünkü vicdan da kişinin kendi duygu ve düşünceleri ile hareket eden bir mekanizmadır, başlangıçta kabul ettiğimiz kişinin iyiliği aradığı varsayımı doğrultusunda düşünürsek, sürekli iyi hareket etmek isteyen bir toplum yada insan, bu şekilde de davranırsa, vicdanının rahatsız edeceği herhangi bir alan olmayacaktır. Zaten asıl tehlike kişinin kötü yaptığını bilerek değil iyiyi yaptığını düşünerek oluşan davranışlardan geliyorsa, asıl korkulacak şey iyilik kavramının kendisi olduğundan, iyiliğin manası netleştirilmeden gerçek iyiliğe ulaşılamayacağı malumdur.

Bu düşünceler sonrasında, iyiliğin tanımlanması gereken bir mekanizma, ancak kuralların değil, içsesin değiştirilmesi ve mantık yürütme yetisiyle iyiyi bulabilecek kişileri oluşturma arayışı da bir gereksinim olur. Burada her bireyin bunu bulabileceği seviyeye getirilmesi gibi bir fikir olabilecekken, bunun yerine, iyiyi bulmuş insanlar tarafından yönetilen bir toplum da ayrı bir çözüm olabilir.

Burada Eflatun'un devlet kitabındaki çözümü akla gelebilir : Aristokratik bir devlet yapısı anlatan Eflatun (yada kitaptaki anlatan olan Sokrat), devlet yöneticilerinin önce seçimi sonra yetiştirilmesi konusunda çok hassas davranmış, ancak 60 yaşından sonra kişilere yönetim hakkı vermiş, bu zamana kadar kendilerini geliştirmeleri gerektiğini söylemiş ve yönetimin sadece filozoflara verilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Bu kişiler erginlenmiş kişiler olacağından, iyi ile kötüyü birbirinden rahatça ayırt edebilecek ve halkı doğru yönde ilerletebilecektir. Aynı zamanda yasa koyucu ve uygulayıcı olan bu kişiler, o anki ihtiyaca göre gerçek iyi tarafında durabilip buna göre toplumu yönlendirerek iyinin ne olduğunun tanımını anlık yapacaktır.
Eflatun'un Devlet'i ile ilgili sürekli olarak dikkatimi çeken başka bir konu gene sınıflar arası ayrımdan gelir, savaşçı sınıfın tanımı burada ilginçtir. Savaşçılar toplumun diğer kesimleri ile ilişki kuramaz, mal sahibi olamaz, aile sahibi olamaz ve ancak bu sayede düzeni tehdit etmeden kendilerine verilecek görevleri sağlayabilir. Bu kişiler gelecek endişesi taşımamalı, yönetim içerisinde bir çabaya girmemeleri için sadece savaşla uğraşmalı ve çocuk sahibi dahi olmamalıdır (çocuk sahibi olmak aslında vardır, ancak tüm sınıfın ortak çocukları vardır, kendilerine ait çocukları değil.)

Bu yapıyı ilk okuduğum zaman doğrudan aklıma gelen Yeniçeriler oldu, sonradan bozulmuş olsada, yeniçerilerin de kendilerine ait aileleri,çocukları  (tabii burada ortak çocuk ve kadınlardan da bahsedilmiyor, Eflatuna göre biraz daha sert gibi), mülkleri, ocak dışında yaşayacakları yerleri yoktu. Bunu mümkün kılabilmek için de toplum dışarısından kişiler seçildi. Bu kurumun oluşturulmasında Eflatun'un devletinin etkisi nedir bilemiyorum, ancak benzerlik çok ilginçtir. Aynı Devlette belirtilen yetiştirilen yönetici sınıfı için de, Enderun benzerlik taşır. Burada da ayrı bir sınıf, seçilen ve yıllarca yetiştirilen çocuklar, birçok alanda eğitim alarak devletin mekanizmalarında görev alır.

Eflatun'un devletinde geçen konulardan bir tanesi, demokrasi verilen halklarda, halkın bir süre sonra bozulmaya uğrayacağı, verilen özgürlüklerden daha fazlasını isteyerek, cahil kesimin bir süre sonra bilgililere, gençlerin yaşlılara saygısını kaybedeceği, özgürlük vaadiyle sürüklenen toplumun sürekli bireysel olarak daha fazla hak isteyeceği ve demokrasinin çekilmez bir hale gelip sonrasında muhakkak tiranlığın geleceği, çünkü bu durumu düzeltebilen bir yöneticinin halk gözünde çok üstün bir yere oturtulmasından bu kişi istese de istemese de halkın gözünde tek yönetici olacağı, sonucunun da tiranlığa gideceğidir.

Demokrasiye saldırıda bulunan kişilerden bir taneside Hitlerdir, demokrasinin özellikle hatalar sonrasında mesul tutulacak kişilerin bulunmadığı bir yapı olduğundan bahseder, kendisi seçimle başa geldiği halde, daha sonraki halkın desteğiyle tirana dönüştüğü malumdur. Bu dönüşme halka rağmen değil, halkla birlikte olmuştur. Aynı örnek Julius Caesarda vardır, J. Caesarın başarıları ve yönetiminin etkileyiciliği sonrası tiranlığın geleceğinden korkan senato üyelerinin Caesarı öldürmesi sonrası, daha sonra Augustus adını alacak Octavian, Roma'nın düşmanlarına saldırıp yendikten sonra da yarı tiranlığa ulaşmıştır.

Benzer savlar olmasada benzer hislere sahip olan Türkiyedeki bazı gruplar, halkın çoğunluğunun seçtiği bir iradenin, aslında halk adına karar verecek kadar yetenekli ve bilgili olmadığını söyleyerek özellikle ordu ile ilişkiler vasıtasıyla yarı demokratik yarı militer bir rejim yanlısı oldular. İnönü döneminde köylere neden yol yapılmadığı sorulduğunda, yol yapalım da insanlar kente mi gelsin şeklinde verdiği bir cevap vardır. İnsanların kente gelmesi, yeni kurulan hassas bir demokraside, demokrasinin istenmeyen bir demokrasi olacağının işaretidir, ki sonrasında Menderes dönemiyle, demokrasinin tartısında, aslında kurucuların çok da istemediği (en azından bazılarının) bir yapının oluşması görülmüş, hala da kendine sol diyen ancak aslında muhafazakar olan bu kesim içerisinde bedbaht bir olay olarak anılmıştır. (sol aslında demokrasinin daha fazla yanında yeralması gereken kesim olduğu için muhafazakar olan diyorum).

Demokrasinin başlangıçta savunulması, imparatorluk sonrasında imparatorluğa ait olan mekanizmaların reddi için demokrasinin gerekli olan şeylerden biri olmasıdır. Aslında demokrasi, burada monarşiden sonra gelebilecek bir çözümdür ve monarşinin ortadan kaldırılması için gereklidir. Sonrasında gelen demokrasi, bu ekibin kurduğu bir demokrasidir ve kurallar demokrasiyi bilmeyen halk tarafından değil demokrasiyi kuranlar tarafından belirlenir. Aynı halk, bir süre sonrasında demokrasiye alışıp ibreyi kendi yönüne çevirince, demokrasinin Türkiye içerisinde kurucuları olan kişiler bu ibre yönünden rahatsız olarak demokrasinin kurucuların istediği şekilde gitmesi gerektiğini düşündüklerinden bu tarafa doğru yönlendirirler.

Bu kısımlara geldiğimde belirtmek istediğim şey aslında halk her zaman haklıdır veya demokrasinin önünün açılması gerektiği değildir aslında. Demokrasi ile ilgili düşünmeye başladıktan sonra, kendimce Türkiye içerisindeki gelişimini de değerlendirmeye çalıştım, ama genel bir yönetim şekli olarak demokrasinin ne kadar işe yaradığı ayrı bir tartışma konusudur.

Gene Roma'da, senatoya karşı Caesar veya yöneticiye karşı senatonun kullandığı araç, kalabalık alt halk kitlesi gücüdür. Bunların ikna edilmesi her durumda Roma'nın yönünü belirler. Roma'nın yönü, halkın istediği yöndür, ve Roma'nın halkı bunu isteyerek bir süre sonra Roma'yı monarşiye çevirmiş, buradaki senato etkisiz hale gelmiştir. Bunun doğru mu yanlış mı karar olduğu konusunda tartışacak kadaar bilgim yok, bu olmasaydı Romanın daha fazla devam edip etmeyeceği de bilinmeyen bir soru işareti.

Burada önemli olan nokta, değişik idare şekillerinde halk değişik şeyler için kullanılmış, bu kullanma işlemi de halkın iyi olduğunu inandığı kişi veya olgu yönünde yönlendirilmesi sonucu olmuştur. Bu yönlendirme, direk bir iş yaptırmak isteyen kişi/ekibin korkutmasıyla veya sindirmesiyle değil, iyinin ne olduğunun öğretilmesiyle sağlanmıştır.

Sonuçta gene iyi kavramının manipüle edilmesi tehlikesi ile başbaşa olduğumuzda, iyiyi belirleyen kişilerin gene iyiyi isteyen halkı kolaylıkla yönlendirebildiğini ve halkı yönlendirenin de herşeyi yönlendirebileceğini belirtir. İyinin gerçek iyi olup olmadığı her zaman bir soru işareti olarak kalabilir. Farklı olarak, demokrasi, topluluğun en çok beğendiği iyinin peşinde gitmesidir, gerçek iyi olan iyiyi bulma yetisine sahip olmayan halk (yeterince erginlenmiş olmadığı için) rotayı yanlış yöne çeviriyor olabilir.
Bu durumda, ciddi anlamda aydınlanmış topluluk olan eski yunan şehir devletlerinde dahi, demokrasinin mümkün olmayacağı ifade edilirken, bugünkü beyni yıkanmış topluluk için de demokrasinin doğru olup olmadığı da sorgulanabilir. 

Burada belki alternatiflere bakmakta da fayda olabilir, demokrasinin alternatifi olan bir yönetim, mesela Türkiye örneğinde, gene Aristokratik bir yönetim, hem uzun süre başarılı olamamış, hemde herkes tarafından iyi kabul edilen bir takım davranışlarda bulunamamış ve aslında başarısız olmuştur.

Burada soru Aristokrasinin kim olacağıdır, soru artık ne den kime döner, yeterince olgunlaşmamış bir aristokrasi, halkı kötü yönlere sürükleyebilir, üstelik halkın bu doğruda aynı fikirde olması da başka bir problemdir, Fransız İhtilalinin aslında monarşiden çok aristokratik düzenden kaynaklanması gibi. Charles Dickens'ın A Tale of Two Cities de verdiği en etkileyici örnek, marki'nin arabası altında ezilen çocuğun ve ona karşı markinin kayıtsızlığıdır. Avrupada aristokrasi aynı zamanda din tarafından da savunulmuş, 1793 te Vendee li asilzadenin, kardeşini öldürdüğü sandalcı tarafından öldürülmemesinin tek sebebi, o kişinin senyörü olan markiyi öldürdüğü takdirde sandalcının cennete gidemeyeceğine inanmasıdır.

Moğollar veya Hitler örneğine bakacak olursak da, bir toplumun bir konuda fikir birliğine varmış olması, bir Aristokrat kesimin toplumla barışık olması da aslında sonuçta ne topluma nede dünya geneline faydalı olacağı anlamı taşımadığını gösterir.

İşte bu yüzden eğer olacaksa bu tür bir aristokratik yapının aslında politika veya ekonomi üzerine yetişmiş ve genel dünya düzeni hakkında çok etkili veya başarılı kişiler değil, gerçek olgunlaşmış kişiler olmasını gerektirir, spritiüel düzende olgunlaşmış bir elit, diğer elitler gibi olmayacaktır. Ancak bu elitin de oluşturulması veya bulunması çok zordur. Bu tür bir yapı sözkonusu olduğunda, bugün toplumları da bundan 1000 yıl önceki toplumların tamamı gibi din tarafına bakmak zorundadır, zira din mekanizmasının dışında bir sprititüel zenginleşme ancak minör radikal topluluklarda mevcuttur.

Bu elitin oluşturulması durumunda, diğer tüm yeteneklerin daha alt sayıldığı, tüm yönetimin spiritüel olgunluk elinde olduğu bir mekanizmadan bahsederiz. 

Roma'da ki bir söz gibi, başka toplumlar çok iyi bronz işçiliği yapıyor, çok iyi fikir oluşturuyor, çok iyi marangozluk yapıyor olabilir. Bunları biz yapamayız, yapmak zorunda değiliz. Roma fetheder ve yönetir. (Idiots guide to Roman Empire)

Diğer kesimler bu spiritüel kesimin yönlendirmesinde gider, ama aynı Drucker (Effective Executive kitabı)'ın Knowledge Worker yöneticisi gibi, yönetenler yönettikleri kişiler kadar çok şey bilmez, işi asıl yapanlar yönetilenlerdir, yöneticiler onların doğru iş yapmasını sağlar.

Bu düşünce doğal olarak bizi teoloji tarafına doğru götürür. Gene haçlı seferleri örneğinden, teolojinin de aslında bir çözüm olmadığı, teolojik bir yapının çoğu zaman gerçek spiritüel olgun kişilerin oluşturulmayacağını da görmüş oluruz. Osmanlı'nın kısmi teolojik yapısının son yıllardaki çökme olgusunu da içerdiğini düşünürsek, cevap burada da değildir. Bu aynı zamanda farklı dinlerdeki davranışlar sonrasındaki çözülmeleri de açıkladığından, bu din değil şu din olduğundan şeklinde bir yargıya da varılamaz, din tek başına yeterli bir mekanizma olmayacaktır, muhtemel yardımcı, ancak tek başına bir çözüm olamaz.

Kısmen oligarşik düzenin yönlendirdiği Amerika örneğinde görüldüğü gibi, bu tür bir yönetim şeklinin de çözüm olamayacağı gözükür. Sosyalist/Komunist düzenlerde aslında kısmen aristokratik bir yönetim düzenidir, bunun da geçerli olmadığı 100 yıl dayanamayan örneğinden anlaşılır. Ayrıca Stalin dönemi yaşanan sürgünler ve yöneticinin kendi halkına yaptığı eziyet, bunun gerçek iyiden çok uzak olduğunu da gösterir.

Çözüm nedir ? Sanırım çözüm buralardan farklı yerlerdedir, çözüm topyekün erginlenme, topyekün bilgilenmedir, böyle birşey olabilirse. Bugünkü toplum buna çok uzak ve belkide bunun başarılabilmesi için çok büyük, daha küçük toplumlarda, daha küçük sistemlerde bu oluşabilir, belki yapay olarak oluşturulması da mümkün değildir, o seviyeye gelmek gerekecektir, ama küçük de olsa bir toplumda bu başarılırsa da, bu toplum küçük kalmayacak, büyüyecek, sonuçta bu yeni büyük toplum da etik açıdan zayıflayacak ve çökmek zorunda kalacaktır. Yani bu tür birşeyin başarılması, evrensel seviyede değil, ancak lokal olarak mümkündür, yada bünyeye dahil edilen yeni parçaların yavaş yavaş sindirilmesi, önce toplum mühendisliği yapılması.

Haddim olmayan konularda fazlaca yazmış oldum.